Hamilelik döneminde yaşadıklarımızın bebeğimizin kişiliğini nasıl etkilediği bizim için tam olarak net olmasa da gerek duygusal gerek fizyolojik etkilere neden olduğu yavaş yavaş çalışmalar ile gösterilebilir hale geliyor.
Dr. Lester W. Sontag ‘’Anne cenin ilişkisi ve savaş’’ çalışması ile hamile kadının yaşadığı olağanüstü streslerin hepsi kocasının maruz kaldığı tehlikelerden oluşuyordu. Bu kadınların doğurduğu bebekler zor bebek olmakla kalmıyor aynı zamanda asıl problemleri fiziksel eksikliklere bağlı olduğu düşünülüyordu. Bu kadar yoğun bir stresin altında annenin salgıladığı aşırı nörohormonlar bebeği etkileyecek birkaç yoldan biridir. Bir hareket ya da düşünceyi algılayan beyin buna uygun bir duygu açığa çıkartır. Vücut ise ona uygun bir cevap vermek için nörohormonları üretir. Bu süreçleri gerçekleştiren beynin en dışındaki katman olan beyin zarıdır. Hemen onun altında bulunan hipotalamus algı veya düşünceyi duyguya dönüştürerek ona uygun fiziksel bir his oluşturur. Bu da kontrol ettiği otonom sinir sitemi ve endokrin sistem ile vücuda dağılır. Korku anında verdiğimiz ani reflesif tepkilerin oluşması otonom sinir sisteminin ve o anda salgıladığımız hormonlar da endokrin sistemimizin görevidir. Açığa çıkan bu tepkiler ile değişen vücut kimyası plasenta yoluyla bebeğe de geçer ve bebeğin de fizyolojik tepkileri değişerek anneye uyum sağlamaya başlar. Strese karşı anne karnındaki bebeğin en duyarlı olduğu dönem net olarak bilinmiyor olsa da kıtlığa maruz kalmış Hollandalı hamile kadınlar üzerinde yapılan araştırma doğan bebeklerin en çok yaşadığı problemin obezite olduğunu gösterdi. Yine babalarını doğum öncesi ve doğum sonrası kaybetmiş bebekler ile yapılan çalışmada doğum öncesi babalarını kaybedenlerde özellikle şizofren olmak üzere psikiyatrik bozuklukların görülme oranı oranı çok daha yüksekti. Şizofren sadece bir duygu durum bozukluğu değil belirli salgılanmalarda problemin olduğu fizyolojik de bir hastalık olduğuna göre tüm bunların bize anlatmak istediği şey şudur ki doğum öncesi yaşamda annenin yaşadığı stres bebeğin fiziksel gelişimini sekteye uğratabilir. Özellikle annenin üzüntüsünün hissetme merkezi olan hipotalamusa etkileri ortadadır.
Bu kadar büyük üzüntü ve stres kaynaklarından ziyade annenin içinde yaşadığı duruma ait stresler de daha hafif bulgular ile ortaya çıkacaktır. Bu tür stresler daha az yiyen, çok ağlayan, zor davranışlar sergileyen ve bağırsak problemleri olan bir çocuğa sebep olabilir. Bebeğiniz ‘’zor’’ ya da ‘’kolik’’ bir bebek olarak tanımlanıyor ise doğum öncesi yaşadığınız stres etkilerinin sonuçlarını görüyor olabilirsiniz. Bunun yanında anne çocuğunun doğumunu ne kadar heyecanla bekliyorsa çocuğun duygusal bakımdan dengeli olma şansı da o kadar yüksek.
Ortaya çıkartılan çalışmalar sonucunda veriler ceninin ilk üç ayda bilincinin tam olarak oluşmadığı yönünde. Bu nedenle annenin yaşadığı duyguları tam olarak algılayamıyor ve ona göre tepkilerini de oluşturamıyor. Bu esnada annenin yaşadığı yoğun stres bebeğin fiziksel yapısında değişikliklere yol açabiliyor. Bu değişimlerin hepsi ileride çocuğun oluşturacağı kişiliğin ana temellerinde farklılıklara sebep olması nedeniyle önemli.
Bir çok örnekte dış etkenler nedeniyle annenin hormonlarının bebeğin kişilik gelişimine etkili olduğunu gördük. Ancak ne yazık ki en büyük sıkıntı dışardan değil annenin kendi içinden gelen etkiler ile birlikte yaşadığı stres sonucu kendi hormonlarını değişime uğratmasıdır. Güçlü bir ‘’ben’’in oluşabilmesi için annenin sevgi ve ilgisinin gerekliliği ve buna karşılık annenin stresinin, huzursuzluğunun da ‘’ben’’ i olumsuz etkilediğini biliyoruz. Henüz tam olarak bilmediğimiz doğum öncesi olayların tam olarak hangi kişilik özelliklerini etkilediği…